Türkiye, kendi ev sahipliğinde Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde kadına ve aile içi şiddeti önlemeye yönelik hazırlanan ve ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmeyi hükümet düzeyinde ele aldığını açıkladı. Bu açıklama, tartışmalara neden oldu.
Dünyada kadın haklarındaki gelişmelerde öncü rol alan isimlerden Prof. Dr. Yakın Ertürk, Türkiye’de özellikle iddia edilenin tersine İstanbul Sözleşmesi’nin aileyi koruduğunu belirterek, “İçinde zulmün olduğu hiçbir aile uzun müddet ayakta kalamaz” dedi. Ertürk, eğer Türk Hükümeti İstanbul Sözleşmesi’nden imzayı geri çekme adımı atarsa bunun “beka sorunu” olacağını vurgulayarak, “Türkiye Cumhuriyeti, laik cumhuriyetin temel ilkelerinin ayakta kalıp kalmaması gibi çok temel bir alana gidiyor” görüşünü savundu.
Prof. Dr. Yakın Ertürk, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde temel insan hakları ve kadın hakları alanında yürüttüğü görevlerin yanı sıra Kadına Yönelik Şiddet Raportörü olarak 2003-2009 yıllarında, dünya genelinde şiddetin nedenlerini inceledi ve çözüm önerileri geliştirilmesine katkı sundu.
“Sınır Tanımayan Şiddet” kitabıyla kadınları hedef alan şiddetin, dünyada farklı kültürel öğelerle ortaya çıkışını irdeleyen Ertürk, İstanbul Sözleşmesi’nin ortaya çıkış sürecine tanıklık etmesi ve akademik katkıda bulunmasıyla tanınıyor.
“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde kadına yönelik şiddeti önleme amaçlı olarak Mayıs 2011’de İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğindeki toplantıda imzaya açılmıştı. Avrupa Konseyi kurucusu da olan Türkiye’nin ilk imzacı olduğu İstanbul Sözleşmesi, bugün Türkiye'de ötekileştiriliyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin neden şimdi Türkiye’de hedef haline getirildiğini Prof. Dr. Yakın Ertürk, VOA Türkçe’nin beş sorusuna verdiği beş yanıtla şöyle açıkladı:
“Kadına şiddetin siyasi mesele olduğunu kabul etmiş ve bağlayıcı tek sözleşme”
VOA Türkçe: İstanbul Sözleşmesi’nin içeriği nedir ve kadın hakları açısından neden önemlidir?
Ertürk: İstanbul Sözleşmesi doğrudan doğruya şiddeti önlemek ve gerek kadını gerek ev içinde diğer bireyleri şiddete karşı korumayı amaçlıyor. Bu nedenle de herhangi bir ayrım gözetmez kişiler arasında evli, bekar, kadın, erkek gibi. Dolayısıyla çok güçlü bir uluslararası mekanizma. Öncesinde 1979’da ortaya çıkan CEDAW (BM bünyesinde Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi) Sözleşmesi vardı. CEDAW, Birleşmiş Milletler çatısı altında küresel bir sözleşme. O dönemde yani 70’li yıllarda dünya uluslararası camiası henüz kadına şiddeti böyle bir uluslararası sözleşmeye dahil etmeyi kabul edemedi, şiddeti özel bir mesele olarak görüyorlardı. Oysa bugün artık bunun özel bir mesele olduğu, siyasi bir mesele olduğu, siyasi bağlayıcılığı olduğu, siyasi bir yaklaşımla da önleneceği herkes tarafından bilinmiş oldu. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi her ne kadar bölgesel yani Avrupa Konseyi ülkeleri için bir sözleşme olsa da tek bağlayıcılığı olan bir uluslararası mekanizmadır. Daha önce pek çok deklarasyon mevcuttu şiddetle ilgili ama İstanbul Sözleşmesi bağlayıcıdır. Sözleşmeyi kabul etmiş ülkeler, ülkelerinde uygulamayı da kabul ederler ve bu, şiddetle mücadele için elimizi güçlendiren bir uluslararası sözleşmedir. O nedenle bütün kadınlar için önemlidir. Biz hatta bölgesel olmasına rağmen bütün dünya ülkelerinin İstanbul Sözleşmesi’nin ilkeleriyle kendi ülkelerinde önlem alabileceklerini savunduk, savunuyoruz.
“İstanbul Sözleşmesi’yle şiddet değil görünürlüğü arttı”
VOA Türkçe: İstanbul Sözleşmesi’nin adı üstünde hem ev sahibi hem de ilk imzacı ülkelerinden birisi Türkiye, bu sözleşmeyi bugüne dek nasıl uyguladı?
Ertürk: Gerçekten Türkiye’nin ilk onaylayan ülke olması ve imzaya da İstanbul’da açılmış olması nedeniyle kısa ismini bu şehirden almış olması bizim için ayrıca bir kıvanç kaynağı olmuştur. Ancak geçtiğimiz kısa bir süre içerisinde henüz ciddi bir şekilde uygulandığını söylemek mümkün değil. Uluslararası hukuk gittikçe kadın alanında gelişebildiğinde, İstanbul Sözleşmesi bunu taçlandıran bir sözleşme. Fakat uygulamaya geldiği zaman çok büyük zaaflar görüyoruz. Ülkelerdeki iç dinamikler, devletlerin yeterince siyasi önem vermemeleri gibi nedenlerden dolayı kadın hakları hep nedense geriye bırakıla gelmiştir. CEDAW örneği bir iki ülke hariç hemen hemen bütün ülkelerce onaylanmış bir sözleşme ama acaba ne kadar gerçekleşti diye sorduğumuzda, yine orada büyük zaafların olduğunu söyleyebiliriz. Siyaseten arkasında durulmadığı muhakkak. Çünkü, son beş-altı yıldır özellikle Türkiye’de yükselen bir sağ popülist bir karşı koyuş var. Bunun büyük bir bölümü de radikal İslamcılardan besleniyor. Ve bu sadece Türkiye’de kadın hakları için değil bütün olarak kendisini tüm şiddetiyle her alanda gösteren bir eylem. İlginç olarak da yeterince uygulanmadığı halde bu çevreler kendi tezlerini şöyle destekliyorlar: ‘İstanbul Sözleşmesi uygulamaya girdikten sonra şiddet artmıştır’ diyorlar. Oysa bu veriler tabii ki doğru değil. Veriler çok daha önceki yıllarda şiddetin katlanarak arttığını gösteriyor. Dolayısıyla bunu İstanbul Sözleşmesi’ne bağlamak doğru değil. Şayet İstanbul Sözleşmesi sırasında bazı artışlar olmuşsa, biz buna kadına ‘şiddetin paradoksu’ diyoruz. Bazı önlemler almaya başlayınca ilk bildirim düzeyi çok düşük olduğu için daha fazla şiddet rapor edilmeye başlayıp kayda alındığı için daha çok şiddet vakası görünürlük kazanıyor. İstanbul Sözleşmesi'nin katkısı o görünürlüğün sağlamış olmasıdır. Ama şurası da bir muhakkak, kadın haklarındaki her bir başarı, her bir ilerleme ne yazık ki bu haklara karşı olan çevreleri kadına karşı harekete geçirip şiddet dozlarını artırmaktadır. Yani paralel yürüyen bir süreçten de söz edebiliriz.
“Eşitlik bilincindeki yükseliş, örgütlenmiş gerici çevreleri rahatsız ediyor”
VOA Türkçe: Bugün neden Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını geri çekmesi tartışması gündemde?
Ertürk: Kadın hakları öyle bir noktaya geldi ki, bu bir başarı öyküsü. Her ne kadar kadınlar öldürülüyorsa da bir eşitlik bilincinin yükselmiş olması, kadınların örgütlenip gerek sokakta hakları için gerek parlamentoda mücadele sürdürmeleri, bu hak mücadelesinin nerelere gidebileceğini çok somut olarak göstermiş vaziyette. Bu da tutucu/muhafazakâr çevreleri rahatsız ediyor. Aslında muhafazakâr demek yanlış olur çünkü muhafazakarlıkta kendine özgü bir tutarlı bakış açısı vardır. Bu çevreler, daha çok gerici diyebileceğim yönde ve ataerkil erkekliğe tanıdığı imtiyazı koruma yönündeki bir çaba. Çünkü kadın eşit olup kendi haklarına kavuştukça kadın üzerindeki biat kültürü, kontrol gidecek demektir. Bunu terk etmek istemeyen erkekler ne yazık ki sadece Türkiye’de değil bütün dünyada mevcut. Dolayısıyla uzun zamandır kadınların görünürlük kazanması ve otonom bireyler olarak hak peşinde koşmaları, yavaş yavaş belli çevreleri rahatsız etti ve bugün örgütlü bir hareket var karşılarında. Bu karşı çıkışı çok eskilere götürebiliriz. Örneğin Pekin Konferansı sırasında zaten bu toplumsal cinsiyet kavramı çok büyük tartışmalara neden olmuştu. Bir yerde bir ‘Medeniyetler İttifakı’ vardı, Vatikan, belirli Katolik ülkeler, İslamcı ülkeler öbür taraftan da bizim de dahil olduğumuz daha büyük bir koalisyon olarak kadın haklarını savunanlar. Ve Pekin Konferansı’nda ‘Gender’ kavramı bir şekilde çözüldü ve belgelere girdi. Fakat o zamandan beri bu kavram, gerici çevrelerin hep sorunu olmuştur. Pekin+5 döneminde ben o sırada New York’ta bu süreci yürüten dairenin başındaydım. ‘Medeniyetler İttifakı’ diyebileceğim çevreler gelip BM koridorlarında terör estirdiler. O zaman bunlarla çok mücadele etme durumunda kaldık. Ve onların söylediği şey neydi, ‘kadın hakları gündemi Pekin Platformu dünyanın en tehlikeli platformudur’. Bu süreci bazı siyasiler ile birlikte baltalamaya çalıştılar hatta bazı ülkelerin siyasilerini de yanlarına alarak uğraştılar. Sonunda Pekin+5 sürecini başarıyla atlattık. O günden beri biliyoruz ki yeniden toplantı düzenlenemiyor. Pekin İzleme Süreci müzakereye asla açılamıyor çünkü biliyoruz ki müzakere edilse çok daha geri gitme ihtimali var. Onun içindir ki 5. Dünya Kadın Konferansı hem tartışılıyor hem de böyle havada kalmış duruyor.
VOA Türkçe: İstanbul Sözleşmesi’nin rafa kaldırılmasını savunanlarca aileye zarar verildiği hatta kadına şiddet vakalarına daha fazla yol açtığı yönünde iddiası var. Bir başka argüman da eşcinselliği desteklediği yönünde. Bu argümanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ertürk: “Gender” kavramı, çeşitli nedenlerle rahatsızlık yaratıyor. Bunun birincisi toplumu cinssizleştirdiğini ileri sürüyorlar. Hatta Türkiye’de bunu televizyon programlarında siyasilerden de bunu söyleyenler var, duyuyoruz. Gender, cinsiyeti siyasileştirdiği için de her türlü oluşum açıktır diyorlar. Eşcinselliği teşvik ediyor diyorlar. Gerek Türkiye’de gerek İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma planı yapan Polonya’da aynı argümanlar var. Hepsi aynı şeyi söylüyor: Kutsal Aile ve homoseksüellik, cinsel yönelim. Bunlar şimdi diyeceksiniz ki aileye ve homoseksüelliğe teşvik eden şeyler. Tam tersine İstanbul Sözleşmesi aile içinde veya ev içinde şiddeti önleme yönünde ilkeler geliştirirken bir yandan da aileyi güçlendirmeyi amaçlar. Çünkü içinde zulmün olduğu hiçbir aile uzun müddet ayakta kalamaz. Bizim de argümanımız budur, hepimizin ailesi var. Biz aileye karşı değiliz, ama ailenin şiddete bir zırh oluşturmasına karşıyız. Bu affedilmez bir şey. Dolayısıyla mutlu bir ailenin daha istikrarlı olacağını düşünüyoruz. Eşcinselliğe gelince hiçbir Birleşmiş Milletler (BM) veya insan hakları eşcinselliği teşvik eden bir söyleme sahip değildir. Bu kimsenin haddi değildir, bu insanların tercihleridir. Fakat insan hakları dokümanında ‘hiçbir faktöre göre ayrımcılığa izin verme’ demektedir. Bu da cinsel eğilimi de kapsayan bir şey. Bu rahatsız ediyor sanıyorum. Bu yöndeki karşı çıkışlar, son on yıldır popülizm şeklinde bütün dünyada kendini hissettirmekteydi.
“Ayasofya, yasal değişiklikler hepsi aynı bütünün parçaları”
Türkiye’ye, 2012 yılında İstanbul Sözleşmesi’ni onayladı ondan önce ev sahipliği yaptı ve tüm sürece destek verdi. Ne oldu da şimdi karşı çıkıyor? Türkiye’deki siyasi iktidarın hem siyasi hem ekonomik istikrarsızlık içerisinde olduğunu düşünecek olduğumuzda; bir yerde tersine tutumları, bazı grupları yumuşatabilecek onları kendi tarafına çekebilecek alanlara yöneldi. Bunun için de Ayasofya olayını da zikredebiliriz. Barolarla ilgili yasa da çok büyük tartışma yaratmıştı. Birdenbire o da yasalaştı. Bütün bunlar aynı bütünün parçaları. Çünkü Türkiye’de siyasi kavga mücadelesi de sürüyor. Ve bu gibi kriz dönemlerinde en kolay feda edilen şeyler ekonomik getirisi olmayan ama sosyal ve siyasi getirisi çok olan işte bu tür alanlar kolayca feda edilebiliyor. Ama bunlar riskli de aynı zamanda. Sağcı veya gerici kesime hükümet tarafından yeşil ışık yakılmış ve onları memnun etmek için İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı inceleyeceğiz gibi açıklamalar yapılıyor. Diğer taraftan muhalif sesler çığ gibi yükselmeye başladı. Sadece kadınlar değil, artık iş dünyası, bazı siyasi partiler AKP’nin kendi içinde farklı düşüncede olanlar var. Özellikle de kadın tabanında. Şimdi bir taraftan partiyi kurtaracağım diye dinci, kesinlikle inanan demiyorum, örgütlü İslamist kesime taviz verirken öbür taraftan da kendi gücünü inşa ettiği tabanı sarsma ve hatta onun çatlamasına neden olabilecek bu gibi atılımlar çok risklidir.
“Uluslararası insan hakları sistemi tehdit altına girebilir”
Şimdi tabii Polonya’nın da devreye girmesiyle olay Türkiye’yi aşarak uluslararası bir boyut da kazandı. Korkarım Avrupa Konseyi içerisinde başka ülkelerden de destek çıkabilecekler olabilir. Bu da önemli bir uluslararası krize neden olur. Çünkü mesele sadece İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma meselesi değil, uluslararası insan hakları sisteminin tehdit altına girmesi anlamına geliyor. Hem yerel hem uluslararası boyutları siyasi boyutları takip edilip iktidar açısından öyle karar verilmesi gerekir. Çünkü kadınlar mücadeleden dönemeyecekler orası muhakkak.
“Laik cumhuriyet meselesi gibi temel bir alan”
VOA Türkçe: Türkiye İstanbul Sözleşmesi’den çekilirse bunun anlamı ve sonuçları ne olur?
Ertürk: Bunun anlamı hukuka bir darbe daha. Zaten son yıllarda bunun kaygısını yaşıyoruz: Bütün hukuk sistemi tahrip ediliyor. Anayasa, uluslararası hukuka öncelik tanır. Bunun da ihlali, Anayasa’nın ihlali demektir. Kadınların hiçe sayılması demektir. Hem hukuk açısından büyük bir darbe olur hem de iç barış açısından büyük bir darbe olur. Ve artık bir çok çevre bunu artık kadın haklarına dair olarak görmüyor öyle olsa bile bazı liberaller bile çok kaygı duymayabilir. Ama asıl tehdit, yavaş yavaş Türkiye’nin laik cumhuriyet yapısını yok etme eğilimi, bir gidişat… Pek çok çevre bunu yorumluyor. Zaten 2023’e kadar bu İslamlaşma, bazı çevrelerde rtışılan bir konu. Dolayısıyla artık Türkiye’nin beka sorunu diyorlar ya hep sadece beka siyasi iktidarın başta kalması değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin, laik cumhuriyetin temel ilkelerinin ayakta kalıp kalmaması gibi çok temel bir alana gidiyor. Bu da korkarım ki çok büyük çatışmalara neden olabilecek bir alan. Kısa vadede siyasi hesaplar için böyle büyük riskleri göze almamak lazım diye düşünüyorum.